21 Eylül 2015 Pazartesi

Sarı


Bambaşka bir hayatı 5000mil ötede bırakıp Ankara'ya döndüm. O hayatı gerçeğim yapamıyorum. Üstelik Ankara da gittiğim günkü kadar çirkin.
Vücudum değişiyor, sağlık her şeyden mühim. Sigara içmeyin yahu, şarap ayarında güzel.
Akademik hayatım boyut atladı. Çalışma arkadaşlıklarını bir adım öteye götürebilmek güzel, azınlıklar birbirinin dilini konuşabiliyor malum.
Sakallarımda turuncular artıyor, beyazlar için birkaç dekat erken değil mi?! Garip bir kuruluk var cildimde, nemlendirelim biraz. Libidom düşük, keyfim yerinde.
Oraya buraya koşturuyor olmak güzel. Zaman geçiyor, eksikleri tamamlamaya çalışıyorum. Hiç yetinemiyorum..

8 Ağustos 2015 Cumartesi

Yuvamdan 8500 km uzaktayım.

Şehirde ilk haftam geride kaldı..

Başka ülkelerde, şehirlerde yalnız seyahat ettiğim olmuştu ama burası çok farklı bir deneyim oluyor. Genelde şehirlerde kendine has bir yön mutlaka bulurum ama Toronto kendi karakteri çok zayıf bir şehir bence. Dünyanın her yerinden insanlar kendi kültürlerini getirmiş ve yaşatıyor, hepsi o. Yine de sevdim, çok güzel manzaralar izleyebiliyorum. Mesela..

Fotoğrafçılık konusundaki acemiliğim ortada :)

Havaalanına indiğimde nerede kalacağıma dair hiçbir fikrim yoktu, couchsurfing sağolsun bir arkadaş yardım etti. Tek gece kaldığımdan ve gün içinde kendime ev aradığımdan çok muhabbet edemedik ama askerlikten kaçtığı için ülkesine dönmeyen, muhtemelen de gay bir İranlıydı.

Ertesi gece kendi evime yerleştim, işe yakın güzel bir muhitte. Genelde öğrencilerin kaldığı, restoranların, kafelerin, barların bol olduğu bir yer. Komşularımın biri siyahi biri Asyalı, iletişim kurmaya çalıştıysam da pek yanaşmadılar. Diğer gezginler ve yabancılarla ettiğim muhabbetlerdeki ortak noktamız : burada arkadaş edinmek zor.. Insanlar konuşmayı seviyor, çok kibar ve yardımseverler. Ama arkadaş olmak ve iletişimi sürdürmek konusunda pek hevesli göremedim. O yüzden şimdilik çok sınırlı bir çevreyle idare ediyorum. Amerika'daki zihniyet burda da var. Herkes kendi işinde gücünde, yarış ön planda. Devamlı gülümseyeceksin. Sistem adamı olabilseydim belki farklı olurdu. Yine de her şey genel anlamda gayet keyifli.

Şehirde eşcinsellerin yoğun olduğu Church and Wellesley denen bir bölge var. Her yerde gökkuşağı bayrakları, yaya geçidinde bile gökkuşağı..


Gece hayatını pek seven birisi olmadığımdan ve gidecek olsam bile tek gitmek istemediğimden yalnızca mekanların önünden geçtim şimdilik. Adamların öyle bir bakışları var ki bazen kafamı yere çevirdim. Küçük eğlenceler arayanlar için fırsat bol gibi görünüyor. 

Eşcinsellerin burada rahat yaşadığı doğru ama gözlemlediğim o ki bu daha çok cinsel anlamda. Genel arayışın, zihniyetin Türkiye'den çok da farklı olmadığını gördüm. Şu fark var ama, onlar evliyken böyle arayışlara girebiliyor :) Toplumda da bizimkine benzer düşünceler var, feminen geylerle dalga geçildiğine ve genel bir stereotip algısına şahit oldum. Biliyorum yaşım çok küçük, biliyorum ömrüm varsa şayet daha çok şey yaşayıp göreceğim.. Ama bu anlamda umudum kırılmıyor değil. :)

Şimdiye kadar yaşadığım en büyük sıkıntılar 3'lü priz girişi ve kahvaltı. Prizi hemen hallettim neyse. Kahvaltı meselesine de Avrupa'dan alışığım, mutfak olduğundan peynir,domates, zeytin bir şeyler hazırlıyorum ama hiçbiri sucuklu yumurtalı bir pazar kahvaltısı gibi olmuyor. Ortadoğu mutfağından çok güzel restoranlar var da biraz kapatıyor açığı.

Öyle bir özet işte.. Yol, yolculuk hep güzel. Başkalarıyla birlikte kendimi de keşfediyorum sürekli. Siz akşam yemeklerinizi yediniz muhtemelen tatlı sefanıza geçeceksiniz. Ben cumartesi miskinliği yapıyorum daha.

Yazın arada, unutturmayın kendinizi :)
Çok öptüm.

30 Temmuz 2015 Perşembe

"Yine nereye gidiyorsun?!"


Aylardır çektiğim hasret bitiyor, yollar bana ben yollara kavuşuyoruz. Sırtçantam hazır. Yalnız bu sefer biraz uzaklara çırpacağım kanatlarımı. Sekiz bin kilometre öteye, yeniliğe, güzelliğe..

Kızgınım ama yine de ona iyi bakın, size emanet Ankara..

10 Temmuz 2015 Cuma

Küfî kapital


Ankara hep yağmur kokardı, toprak, çimen kokardı. Anne kokardı, bereket kokardı. Yar kucağı gibi, baba ocağı gibi kokardı. Keyifçinin kahvesi, öğrencinin sigarası, emekçinin alın teri kokardı.

Şimdi yalnız küf kokuyorsun ve ben sevmiyorum artık seni...

6 Temmuz 2015 Pazartesi

Dokun-geç hayatlar

En gizlisinden en açığına kadar pek çok geyin kullandığı şu tanışma uygulamaları. Mavisi, turuncusu, kahverengisi..

Eşcinselliğimi kabullendiğim ve etrafımda kendim gibi birilerini aramaya başladığım zamanlarda akıllı bir telefonum yoktu. Bilgisayarımdan bir forum bulup üye olduğumu hatırlıyorum, sohbet bölümünde yazan birkaç kişi dışında kafama uyacak kimseyi görememiştim ve nadiren girer olmuştum. Günün birinde Istanbul'dan biriyle tanıştım ve 2 seneden uzun süredir devam eden güzel bir dostluk başladı :) Forum yöneticisinin verdiği bir ropörtajda gördüm ki bugünlerde LGBTi-Der adı altında dernekleşiyorlarmış, yolları açık olsun. Umarım forumdan daha aktif ve yararlı olurlar.



O zamandan sonra uygulamalardan haberdar oldum fakat uzunca bir süre hiç yanaşmadım. Ne duygusal ne de cinsel, hiçbir şeyin arayışında da değildim. Zira üniversite sınavıyla kafam yeterince doluydu. Istedigim bölümü kazanıp üniversiteye başlayınca farklı bir ortamda daha farklı insanlarla tanışmak, işin aslı daha farklı bir ben olmak istemiştim. Gerçek ben.. Açılmaya başlayışım da bu döneme denk geliyor, bir ara yazacağım.

Hiçbir profili incelemeden oluşturduğum çok kısaca kendimden bahsettiğim bir profildi. Sonradan fark ettim ki samimiyet bu mekanlarda pek prim yapmıyormuş. En gizemli, en güzel vücutlu, bir şeylerin en'i olanlar aradığını buluyormuş. Zamanla iyice sıkıldığımı ve burada gördüklerimin benim standartlarımı da etkilemeye başladığını fark ettiğimde sildim hesaplarımı. Fakat kendimi kabullenmiş olsam da çevrem henüz yeterli potansiyele gelmedikçe yeni insanlarla tanışmam pek mümkün olmayacaktı. Birkaç ay sonra tekrar açtım. :)

Uygulamaların bir yerden sonra el alışkanlığı haline geldiğini düşünüyorum. Her sabah maillerine bakmak gibi bir şey. Beklentisiz ya da meraksız, öylesine bir tık. Ve önünde beliriveren onlarca beden. Pek çoğu cümle kurmaktan aciz onlarca kaslı vücut. Kimilerini seçilmiş, kimilerini loser ilan eden garip bir sistem. Karşındakini tanımaya çalışmakla uğraşmayan, blok üstüne blokla belki egoları şişiren ve özünde birlikte yaşama sabır ve saygımızı azaltabilecek bir sistem. Dokun-geç hayatlar..

Güzel yanları da yok değil elbet, güzel arkadaşlıklar edindim. Oradan başlayan iki mutlu ilişki yaşadım, fakat oranlayınca zaman kaybı olduğunu düşünmeden edemiyorum. Her şeye rağmen hayatımın köşedeki bir parçası. Insanların sokakta asla göremeyeceğiniz bazı yüzlerini görüyorsunuz. Ortamı tanımak adına güzel, ama onun bir parçası olamıyorsanız umutlarınız gitgide tükenebiliyor. Böyle zamanlarda aklıma hep Sabahattin Ali'nin şu sözleri geliyor -tumblr kızı mode on- :
"İnsanlar birbirlerini tanımanın ne kadar güç olduğunu bildikleri için bu zahmetli işe teşebbüs etmektense, körler gibi rastgele dolaşmayı ve ancak çarpıştıkça birbirlerinin mevcudiyetinden haberdar olmayı tercih ediyor." 

Hayatın cinsel yolla bulaşan ölümcül bir hastalık olduğunu düşündüğümdeyse hiçbir şey daha fazla ilginç gelmiyor..

4 Temmuz 2015 Cumartesi

Wished upon a star tonight..

Uzaklara dalıyorum bugünlerde sık sık , fayans kenarlarındaki karıncaları seyrederken birden bana seslenişini duyar gibi olup silkeleniyorum.
Son gördüğüm halin canımı yaktı. Anneannemin ölüm haberini almadan 3 ya da 5 saniye önce gördüm seni o ayakaltı yokuşta. Hayat her yandan üzerime geliyor demiştim. Ankara dedikleri küçük bir köymüş esasen. Seninle yürüdüğüm yerlerden geçerken ya da girdiğim her kalabalık ortamda sesini duyar mıyım diye tedirgin olmaya başladım artık.
Seni sevmiyorum, görmeyi de yeniden hayatıma dahil etmeyi de istemiyorum. En pis yanlarını, çatışmalarını, geç kalmışlıklarını az çok gördüm. Uzağım sana yüzlerce kulaç.
Yanıma hiç uzanmadan, yalnızca ruhunla dokunarak öyle bir işlemişsin ki içime. Tanıştığım kimseye fırsat veremedim, senin ışıltın söndürdü karşımdaki herkesi. Ama yeter. "I can't handle" Düşündüğüm kadar etmediğini de gördüm.

Yine gökyüzüyle buluştum bu gece. En yakındaki uzak yıldızlardan birine bir dilek tuttum. Ucuna zihnimdeki, kalbimdeki seni bağlayıp yolladım. Bak yine de kıyamadım, kadifelere sarıp attım..Uğurlar ola..

3 Temmuz 2015 Cuma

Gülümse



"Hadi gülümse bulutlar gitsin
işçiler iyi çalışsın, gülümse
Yoksa ben nasıl yenilenirim
Belki şehre bir film gelir
Bir güzel orman olur yazılarda
iklim değişir, Akdeniz olur, gülümse

Sazlarım vardı, ırmaklarım vardı çok
Çakıl taşlarım vardı benim
Ama sen başkasın anlıyor musun
Tut ki karnım acıktı, anneme küstüm
Tüm şehir bana küstü
Bir kedim bile yok anlıyor musun
İklim değişir, Akdeniz olur, gülümse”

1 Temmuz 2015 Çarşamba

Öpücük


Genel anlamda çok fazla fiziksel temas kuran birisi sayılmam, alışmadım belki ondandır. Arkadaşlarımla el-kol şakaları, akrabalarla sarılıp öpüşmeler.. mümkünse kaçındığım olaylar. Fakat sevdiğim adamla ilk yakınlaşmamı yaşadığımda anladım ki aslında öpüşmek güzel olabilirmiş, hem de çok güzel. O zamandan beri merak edip okuduğum bir konu oldu. Neden öpüşüyoruz, öpüşmeye nasıl başlamışız, öpüşürken beynimizde neler dönüyor ?

Dudaklar insan bedeninde en sevdiğim yerlerden biri. Beyindeki duyu bölgesinde işgal ettiği alan çok büyük. Hatta bunun homonkulus denen bir modeli oluşturulmuş , buyrun. Ne kadar kaslı bir vücudumuz olursa olsun beyinde böyle şekilsiz bir algımızın olması çok komik geliyor bana. :) Hal böyleyken dünyayı büyük oranda dil ve dudaklarımızla hissettiğimizi söylemek pek yanlış olmaz sanıyorum, cinsel organlardan da daha fazla. Tam olarak şöyle :
"Ağız bir penis olsaydı, her zaman dik olacaktı: yerken, içerken, konuşurken, öpüşürken. Ağız, çölde değil de bedenin Mezopotamyası olan yüzde konumlanmış duyumsal bir vahadır."

Günümüzdeki romantik haliyle öpüşmenin beşiğinin Hindistan olduğu ve birbirinin nefesini paylaşmak düşüncesinden doğduğu düşünülmekteymiş. Kama Sutra'nın da tamamen bir bölümü öpüşme tekniklerine ayrılmış vaziyette. Öpüşmenin dünyaya yayılması ise Büyük İskender'in Hindistan'ı istila edişinden sonra olmuş. Romalılar döneminde öpüşme yaygınlaşmış. Onların öpüşmeleri hem sosyal hem politik hem de cinsel işlevleri barındırıyormuş. Okuma yazmanın yaygın olarak bilinmediği için anlaşmalar öpücükle onaylanırmış, “öpücükle mühürlemek (to seal with a kiss)” deyimi ve noktalı çizgi üzerine “X” işareti koymak buradan çıkmış. Romalıların sosyal statüsü, onların İmparatoru yanağından ayağına kadar vücudunun neresinden öpeceklerini belirliyormuş. Çiftler, topluluk önünde öpüşerek evleniyorlarmış ve bu uygulama günümüze kadar gelmiş.

Bir öpücüğün insanlığın bütün öyküsünü anlattığı söylenir. Annenin memesinden ya da biberondan beslenirken gerçekleşen emme ve yalama, öpüşürken yaptıklarımızın aynısı. Erotik öpüşme annenin memesini emmenin bir taklidi olarak görülebilir. Sevgililerin aynı anda bebekliğin güvenini ve duygusallığını canlandırmasının, erotik öpüşmenin duygusal ve bedensel dinamiğinin büyük bir bölümünü oluşturduğunu öne sürüyor Adriane Blue.



Öpüşürken aslında vücudumuzun çok hassas bölgelerini karşımızdakine sunuyoruz. Kendi adıma sevmediğim biriyle yaşadığım öpüşmenin duygusal anlamda nerdeyse hiç haz vermediğini rahatlıkla söyleyebilirim. Dil ve dudaklarımı kimin dişlerinin arasına vereceğim elbette önemli ve sağlam bir güven istiyor bence. Ama doğası itibariyle dudakların uyarıldığı her öpüşme fizyolojik olarak tatmin edici elbette. Sevdiğimiz  kişiyle yaşadığımızdaysa büyük bir aşk şöleninin içinde bulabiliriz kendimizi. :)

Fransız şair Louise Labé'nin şu dizeleri herhalde romantik öpüşmenin en güzel özeti olacak :
"Ben senin öpücüklerini yutayım, sen de benimkileri yut,
Ve ağızlarımızla birbirimizin mutluluğunu yudumlayalım"

Hepinizi öptüm. :)

Kaynaklar : 
* https://www.gadventures.com/blog/a-brief-history-of-kissing-across-cultures/
*Blue, Adriane. Öpüşme,metafizikten erotiğe. 1.Baskı. İstanbul : Ayrıntı Yayınları,2000.s.17.

23 Haziran 2015 Salı

Haki haziran

Hayat saklar hayalleri yakma
Erteler bazen sebepsiz sanma
Vazgeçerek yarını cezalandırma
Yorgunluğu üstünden atıp son defa
Bir avuç ömrün kalmış gibi gül
Dağlara düşmüş karlar gibi kal
Boyunu aşmış nehirler kadar çağla
Geriye dön bak, bir ben gibi sev..




21 Haziran 2015 Pazar

Pamuğuma..

Taslaklara "beynin ihaneti" diye başlık açmıştım. Finalimi atlatayım da size Alzheimer hastası anneannemi anlatayım istiyordum.

Shehzad henüz 3 yaşında. Annesi eğitim için uzunca bir süre il dışına gitmek zorunda kalıyor. Ve ona aylarca anneannesi bakıyor. Her sabah pazara gidip taze peynir, süt getiriyor. Kendi yetiştirdiği bahçe sebzelerini hazırlayıp karnını doyuruyor. 60 yaşında bir kadının yapabileceği en iyi anneliği yapıyor. Shehzad onu, o Shehzad'ı herkesten başka seviyor. Ve işte bir gün, bugün..

Günlerdir nefes alıp vermekte güçlük çektiğini annemden duyuyordum, hepimiz evde dolanıp yoruluyor diyorduk. Bize son gelişinde koltukta oturmaya bile hali yoktu, uzanmış nefes almaya çalışıyordu. Ciğerlerini dinledim, hemen acile götürdük. Oksijen doygunlugu yüzde 90 üstü olmalı, 58 çıktı. Hemen oksijen desteğine başlandı. Özel hastaneden göğüs hastalıkları ünitesi olan bir üniversite hastanesine aktardık. Ilk gece yanında refakatçi olarak kaldım. Tekrar tekrar öpüp kokladım.. Alzheimer etkisiyle -ya da belki delirium- nerede olduğunu, neden hastanede olduğunu defalarca izah ettiysem de onu ikna etmeyi beceremedim. O gece hiçbir ilacı, iğneyi kabul etmedi.. Ertesi gece refakatçi annemdi, kollarına yığılıp gözlerinin kocaman açılıp korkuyla baktığı ve hemen ardından yoğun bakıma kaldırıldığı gece..

Anneannemle aramda kelimelerle ifade edemediğim bir bağ var. "Sen benim her şeyimsin, bunu bil. Kimseye söylemediklerimi sana anlatıyorum." derdi devamlı. Tüm evlatlarından uzak olduğu 4 sene boyunca her akşam onunlaydım. Yemek yapmayı, ilaçlarını almayı unutmaya başlamıştı. Kimseye muhtaç olmamak en büyük dileğiydi, hiçbir yardımcıyı da yanında istemedi. Elimizden gelenin en iyisiyle ona bakmaya gayret ettik.

Anneannem 80 yaşında, Ramazan ayının ilk cuma akşamında, iftar vaktinde vefat etti. Allah'ın sevgili kuluymuş diyoruz. Kan değerleri benden bile iyiydi ama bir hafta içinde tüm organları dolaşım bozukluğundan iflas etti ve o gitti. Tüm sevdikleriyle beraber, hepsiyle helalleşerek gitti bu dünyadan, Alzheimer henüz hiçbirimizi unutturmadan.. Istediği şekilde, kimseye muhtaç olmadan..

Hayatımda ilk kez ölü gördüm. Canımın içini.. Ölüm döşeğinde şehadet getirirken aralanan dudakları bu sefer kapanmıştı ve gözlerindeki yaşlar silinmişti. Pamuğumun buz gibi yanaklarından, alnından son bir kez öptüm.. Yaşarken kimimiz kimsemiz yok derdi, cenazesi doldu taştı, ne gönüller yapmış meğer.. 5 kürek toprak attım mezarına. Artık devamlı oturduğu koltuğu, dolanıp durduğu evi bomboş. Kapattıkça arkasından sürekli açtığım kombisi muhtemelen hep kapalı kalacak. Yaşarken olduğu gibi ölümüyle de çok şey öğretti bizlere..

Yanımızdan gittin ama yalnız değilsin. Sürekli özlediğini söylediğin dedeciğimle aynı mezara girdin. Ona hiç göremediği torunlarını anlat pamuğum. Ikiniz de nurlar içinde yatın. Her zaman kalbimde ve dualarımda olacaksın..

7 Haziran 2015 Pazar

Yalnızlık

"Karanlığın insanı delirten bir ihtişamı vardır
Yıldızlar aydınlık fikirler gibi havada salkım salkım 
Bu gece dağ başları kadar yalnızım

Çiçekler damlıyor gecenin parmaklarından
Dudaklarımda eski bir mektep türküsü
Karanlıkta sana doğru uzanmış ellerim
Gözlerim gözlerini arıyor durmadan
Nerdesin?"

Atilla İlhan


Bugüne not düş Shehzad.
Küf kokulu mavi geceye..

3 Haziran 2015 Çarşamba

Ters Yönlü Dip Akıntısı - Contracorriente

Ağlamayı severim ama ağlak biri değilim. Uzun zamandır içimde ne biriktiyse akıttım dışarı, bir filmin sonunda. Bahsedeceğim film esasen birkaç açıdan benim için ilk : izlediğim ilk Peru filmi, İspanyolca izlediğim eşcinsel temalı ilk film ve beni ters köşe eden ilk eşcinsel temalı senaryo.


Film hakkında kısa bir genel bilgi vereyim. Yazan ve yöneten Javier Fuentes-León. Yönetmenin ilk uzun metraj filmi olduğunu öğrendikten sonra daha da başarılı buldum. Oyuncular : Cristian Mercado, Tatiana Astengo, Manolo Cardona. 2009 yapımı Peru filmi. Sundance dahil güzel güzel ödülleri var. Merak edenler : tık 
Çarpık İspanyolcamla contracorriente ne demek anlamadım tabii ama ingilizce ismi "undertow"u da bilemedim. Cümle için geçerli olmasa da kelime çevirisinde güvendiğim gugıl transleyte undertow girdiğimde "ters yönlü dip akıntısı" diye bir şey çıktı. Filmin yoğunluğu da burdan belli gibi esasen, bir gösterip dört veriyor. Beni en çok etkileyen yönü, hiç sıkmadan akıp giden ve günümüz eşcinsel dünyasında artık göremeyeceğimi düşündüğüm naiflikteki öyküsü.
Film, seyirciye güzel müzikler eşliğinde çok güzel manzaralarla sunulan bir balıkçı kasabasında geçiyor. Koltukta en sağda oturan abimiz Miguel, kendisi de balıkçı. Ortadaki hanım ablamız eşi Mariela ve bir bebek bekliyorlar. Soldaki yakışıklımızsa kasabanın ressamı Santiago.  Miguel ve Santiago, Türkiye'nin Güney Amerika versiyonu olan Peru gibi görece muhafazakar bir yerde yasak aşk yaşayan iki eşcinsel. Aslında evli eşcinselin yasak aşkı klasik bir senaryo gibi geliyordu izlemeden önce ama çok da öyle değil bu film, hatta orijinal bence. Olaylar Santiago öldükten sonra garip bir hal almaya başlıyor, bir nevi ghost story yani. Ana üç karakterin hepsi de birbirinden güzel oynamış, özellikle Tatiana ablamız. 
Spoiler vermeden film anlatmada çok beceriksizim,detaylara girmiyorum ama fragmanla bitireyim. İzlerseniz dönerken bana da uğrayın. Çay hüpletir, kritiğini yaparız..





17 Mayıs 2015 Pazar

Zeytinlikten - 1

Pazarları hiç sevmem ama bu pazar size biraz yeşillikten bahsedeceğim, köklerimden. Yaşlı zeytin ağacının hikayesini dinlemek isteyenler gelsin otursun gölgeliğime...

Nasıl olmuşsa olmuş, Kafkasya'dan ve Orta Doğu'dan tohumlar gelmiş birbirini bulmuş vakti zamanında. Onca kıtlık, göç ve savaştan sonra.. Anadolu'da çok da verimli sayılmayan bir toprakta yerleşmişler. 3.kuşak tohumlar orada köklenmiş de köklenmiş. Şubat soğuğunda 2 genç sarılmışlar birbirine ve 9 ay sonrasına ekmişler bir tohum daha. Tam siyah zeytin hasat zamanına.. Meyve biraz ağır gelmiş : 4,5 kg.. :)

Erkeğin "sapına kadar erkek" sayıldığı, kadının "elinin hamuruyla, eksik etek haliyle" evinde oturduğu epey kalabalık bir sülalede büyüdüm. Çocukken bu kalabalığın kıymetini pek anlamıyordum ama şimdilerde yaşam tarzlarımız uymasa bile aynı sofraya oturduğumuzda bunu daha sık yaşamak istediğimi fark ediyorum. Aile olmak böyle bir şey herhalde. Farklılıkları kabul edip bir lokmayı bölüşebilmek. Sonradan fena şekilde dedikodu da döndürülür tabii. Türk ailesi olmak da böyle bir şey herhalde..

Çok sorunsuz bir çocuktum. Çocukluğumun sorunlarından bahsetmiyorum tabii. Kolay idare edilebilen, söz dinleyen, vur başına al ekmeği tarzı bir çocuktum. Bilinçaltımda bana almadıklarına kızdığımdan mıdır nedir bilmem, tek yaramazlığım ablamın oyuncak bebeklerinin saçlarını kesmek, kıyafetlerini parçalamak falan olurdu. Esasen hiçbir zaman bebekle oynamak istediğimi hatırlamıyorum; ama bilinçaltı işte, belli mi olur ?!

Otorite, aile içinde anneme etiketlediğim bir kavramdı. Her sabah bizi uyandıran, tüm evi toplayan, kahvaltımzı hazırlayan, o kargaşa içinde üst kattan gelen kuzenimin kravatını bağlayan, babamın pantolonlarını ütüleyen, hepsini halledince bir de kendisi hazırlanıp günün 10 saatini 6 katlı bir binanın 3.katında, koridorun solundaki 2.odada geçirmek üzere evden fırlayan kahraman bir annem vardı. O zamanlar gözüme batan tek kusuru, arada bir kaçan çorabıydı. Sesinin sandığım kadar güzel olmadığını, istediği her şeyin aslında benim iyiliğime yaramadığını, pek çok şeyi yapıp yapmamasına karar verirken göz önünde bulundurduğu şeyin "eş dost ne der" olduğunu, çoraplarınınsa artık kaçmadığını ne zaman fark ettim hatırlamıyorum.. O nelerin kaçıp kaçmadığının farkında mı, ondan da çok emin olamıyorum.. :)

-----

Anlam bütünlüksüz, kopuk hikayeler serisi olacak gibi hayatımın blogdaki versiyonu. Gerçeği de ne kadar anlamlandı, ilerleyen yazılarda birlikte karar veririz belki. :)

15 Mayıs 2015 Cuma

Mış

Görünmezmişim, olmazmışım umrunda kimsenin
Çirkinmişim, bakılmazmış suratıma
Yazamazmışım suretini, suya anlatıp def ettiklerimin
Tutamazmışım ellerini sevdiğimin
Satamazmışım salyangozumu istediğim mahallede
Saçmalayamazmışım, dinleyemezmişim paşa gönlümün keyfini
Silemezmişim, korkakmışım evvelimi
Kalırmışım ortada gollik gibi
Ne bulmuşum ahirimi ne olmuşum zahirimi.

30 Mart 2015 Pazartesi

Gracias a la vida

Pek çok insan girip çıktı hayatıma. Bazılarına sıkı sıkı sarıldım, bazıları kayıp gitti kollarımın arasından. Istemedigim pek çok şey yaşadım ve yaşattım. Okuduğum onca kitap , izlediğim onca film, anlamaya başladığımı sandığım onca hikaye.. Kendim yaşamadan öyle havada kalıyormuş ki, içi ancak yaşadıkça doluyor hepsinin.


Her seferinde iyice fark ediyorum ki hayatın daha çok başındayım. Keşkesiz bir hayatım olsun istemiştim ama keşkelerimle yaşayabilmek, onlarla mutlu olmayı başarmak bana aldığım nefesi değerli hissettiren asıl şeymiş. Bazen gitmesin dediklerimiz en gitmesi gerekenlermiş, yol vermek gerekiyormuş. Kendimi bir şeyler için suçlamaktan vazgeçtiğimde, sürekli kendime kızmayı bıraktığımda, hayatla savaşmaktan vazgeçip onunla beraber aktığımda yaşıyormuşum.

Benden her ne alıp götürürse götürsün.. Yine de "bana çok şey veren hayata teşekkür ederim !"

¡Gracias a la vida que me ha dado tanto!

9 Mart 2015 Pazartesi

Ortaya karışık

Epeydir kafamı kaşıyacak dahi vaktim olmadığından hiçbir şey karalayamadım. Şöyle olmayan okuyucu kitleme kısaca son durumu özetleyeyim istedim :)

Okulda durumları biraz toparlamaya başladım gibi, gecelerce uykusuz kaldım gözlerim torbalandı vs ama değer tabii, emek olmadan yemek yok.

Ders dışı akademik olaylara biraz ağırlık vermeye çabalıyorum. Yaz için bir staj ayarladım gibi duruyor çok büyük ihtimal. Kanada'dan bol bol yazmaya çalışırım. :) Bir tane de burada ayarlarsam kadayıfım kaymaklı olur, mis. Bakalım hayırlısı.

Gönül işlerim karmakarışık. Kendimi fazla kaptırıp her şeyden kopmak istemiyorum. Bir ara onu da detaylıca yazarım, belki bir şeyler netleşince..

16 Şubat 2015 Pazartesi

Handle ?!

Mutluluğu sınıflara ayıramam, genelleme yapabilirim ancak. Gülümsetir, huzur verir, umutlandırır.. Acı içinse onlarca alt tip sayabiliriz herhalde. Anılarımda mutluları kendimi biraz zorlamadan hatırlayamam mesela, beni üzenleri ise kolayca sıralayabilirim.. Kendi acılarımı düşündüğüm kadarıyla söylüyorum ki ; genelleyemeyiz. Derinliği, kokusu, rengi başka başkadır her ayrılığın, ölümün, her düşüşün..
Hayatım boyunca çevremde hiç en göz önündeki kişi olduğumu hatırlamıyorum, sevmem de zaten göze çarpmayı. Hep uyum sağlayan, dengeleyen, daha sakin olandım ben. Hal böyleyken birilerinin dikkatini çekmek zordu, zihnimdekileri ve hissettiklerimi bilmelerini öyle isterdim ki küçükken. Olmadı. Büyüdüm. Ben öğrendim insanlara kendimi açmayı, bana dokunmalarına izin vermeyi ve onlara sınırlarınca dokunabilmeyi. Kanadım tabi. Ne kadar değer verirsen o kadar inciniyorsun, o kadar beklentin artıyor belki. Bu yazım da aşka dair, bu kelimeyi çok sevmesem de, bu konuda  yeteneksiz ya da belki bahtsız olsam da..



Bugünlerde acının bambaşka bir boyutuyla tanıştım işte. Aylardır görüştüğüm bir adam var, özel bir şey yok aramızda. Bense eskiden ihtimal dahi vermeyeceğim şeyler hissediyorum, kendimden 10 yaş büyük bir adama.. Hem yumuşacık hem inanılmaz enerjik bir sesi olan, azıcık kısa boylu, kavruk tenli, uzun düzgün parmaklı, koca yürekli o güzel adama.. Öyle güzel gülüyor ki, hayatımın fon müziği yapabilirim.. İlk başta kendimi kaptırmamak için çok uğraştım, hissettiğimi sorsanız aramızda üç-dört yaş var derim ama on yaş kocaman hayatlar-hikayeler demekti bizim yaşlarımızda. Uzun süre uzak kalmaya çalıştım, arada kısa bir ilişkim bile oldu.. Kendime sürekli "Shehzad saçmalama oğlum, onun gözü seni görmüyordur bile." diye telkinde bulundum. Ama pes ettim, kandıramadım kendimi. Onun hayaliyle güne başlar, her mutluluğumu onunla paylaşmak ister oldum.. Son zamanlarda daha sık görüşmeye başlamıştık ve öyle samimi davranıyordu ki, iyice kaptırdım kendimi.. Guess what..
Hayallerimin tavan yaptığı, gelecekte  belki "biz" gibi bir umuda tutunabileceğime inandığım bir gün karşıma geçti ve "aşk acısı çekiyorum ben" dedi.. Anlatmaya başladı.. İnanın bana, bunun acısını ve şaşkınlığını başka hiçbirine benzetemezsiniz işte. Aşık olduğu kişiden, bırakıp gidişinden, yorulduğundan, hayattan nasıl soğuduğundan bahsedip durdu : "I can't handle !" Sever böyle aralara yabancı cümleler katmayı. Bense göz pınarlarıma ve ses tonuma hakim olmaya çalışır halde karşısında psikiyatrı, iyi arkadaşı oynamaya çalıştım. "Üzme kendini, belki senin istediğin şekilde sonuçlanır." gibi bir şey dediğimi hatırlıyorum. Kendime de o kadar söylemiştim ki 'benim istediğim gibi sonuçlanabileceği'ni.. "Her şey insanlar için." dedi, iri kahverengi gözlerini gözlerime dikerek, hüzünle.. Yapabilsem orayı anında terk eder, uzaklaşabildiğim kadar uzaklaşırdım. Yapamadım.. Oturduğum yere gömüldükçe gömüldüm. Kafam büyüdükçe büyüdü sanki. Ses çıkaramadan dinledim. Onun da benimle aynı duyguları hissedebileceğini görmek kötüydü, ona mı üzüleyim kendime mi, düşünemedim bile..



Şimdilerde de arayıp danışıyor sürekli bana, sesini duydukça kötü oluyorum. Gözlerimi şöyle 1 sn sımsıkı kapatıp derin bir nefes alıp başlıyorum tavsiyelere. Onu rahatlatmaya çalışmaya, iyiliği, mutluluğu için çabalamaya.. Bu neyin yarası bilmiyorum ama çok mide bulandırıcı. Keskin, küf kokulu, simsiyah ve akıntılı..
Shakespeare demişti : "Beklentiler daima yaralar" deyu. İnan denedim S..

Dedim size..
Hayatım boyunca çevremde hiç en göz önündeki kişi olduğumu hatırlamıyorum, sevmem de zaten göze çarpmayı..
O'nun da 2.kişisi, belki 3.-4.sü olurum. Neyse, alışırım..
O hep gülsün, ben de dinleyeyim..

21 Ocak 2015 Çarşamba

Ben yamuk.

Hastayım, sıcacık duşumu aldım ve 3 kat yorganın altına sokuldum. Aklımda bir yandan cuma günü yapılacak olan güz döneminin son sınavı..Akustik playlistimi de açtım, burun çekişlerim eşliğinde dinliyorum. Rica ederim şimdi, Alexi Murdoch-Orange Sky açınız. Yazının bundan sonrası kısa bir şarkı molasının motivasyonuyla yazılacak..






Bu yazı esasen bir beklenmeyene dair, üstü en kapalısından. Hayatıma girmesiyle, kokuma karışmasıyla ve bir türlü bitiremeyişimle..

"Beklemekte olduğun şey, ancak sen onu beklemekten vazgectiginde gerçekleşir. Bu, evrenin 'sen bakarken soyunamiyorum' deme şeklidir." demiş birisi, kim bilmiyorum. Zaten ben çok şey bilmem. Mutluluğu beklemekten vazgeçeli çok olmuştu onu tanıdığımda..

İnsanların geometrik şekilleri olduğunu düşünürüm ben. Bazıları çember gibidir, nettir. Üstünde bir yolculuğa çıksan seni şaşırtmaz aynı noktaya gelirsin. Bazılarımız kare gibidir, sivri köşelidir, acıtır. Poşete atsan onu bile deler ama akut acıları vardır onların, yine kare merhem olur o yaraya. Bazıları da mesela benim gibi bariz yamuktur. Sağı solu belirsizdir, altı başka üstü başkadır. Kötü niyetli olmasalar da karşısındakini üzme yetenekleri yüksektir, herhalde.. Bi' dk ihtiyaç molası..

Hah, ne diyordum. Yamuklar.. Of işte özledim. Hastalandığımda yaptığı tavuk suyuna çorbayı, göbeğime uzanıp gözlerimin taa içine bakışını, yaz gibi kokusunu. Bırakıp gittim..Yamuklar dengesizdir, ne istediğini bilmediği zamanları vardır. Dikdörtgen olması için daha çok olgunlaşması gerekecektir. Herkese bir şeyler öğretir süreç bir şekilde ve kanatır, içine akıtır yamuklarsa. Yazık ki drenajı gerçekleştiremedim henüz.

Işte böyle sayfalarca yazı okuyorum ben de, arada bir şeyler yazıyorum. Fotoğrafları karıştırıyorum bazen. Zeytinleniyorum falan gölgeliğimde.. Ona geleceklerin en güzellerinden diliyorum ve üzdüğüm için özür diliyorum, duyarsa..

Son söz: Şu yaşlı ağaca iki dua edin, şans dileyin de kaybettiklerine bir yıl okulu eklemesin.. 

7 Ocak 2015 Çarşamba

"
Nuri Bilge’nin dediği gibi ‘tutkuyla sevdiğim güzel ve yalnız ülkeme’...
Çoktan hak ettiği şeffaflık, demokrasi, huzur, özgürlük, eşitlik; rengi solan benzine güzel günlerin tazeliği, gözlerine gelecek umudu, bugününe kardeşlik...
Anayasasına Amerika’yı bile kıskandıracak‘herkesin mutlu olma hakkı, herkesin eşitliği’cümleleri...
Gazetelerine kelepçeler yerine kanatlar...
Sana...
Gönlünden geçenle senin için iyi olanın kesiştiği büyülü kavşaklar; hırslarınla tevekkülün arasındaki o sana ait yeryüzü cennetinde geçireceğin doyumsuz günler...
Yüreğine aşk, dudaklarına tutamadığın gülüşler, aklına dağ sularının berraklığı, ruhuna bir bebek uykusunun hafifliği, bakışlarına yaz meltemleri, ellerine seni sıkı sıkıya tutan avuçlar, düşlerine gerçek, gerçeklerine düş...
Sevdiğimiz kim varsa, yanı başımızda kanla canla atan sıcacık kalplerine selam, kollarımızı boyunlarına dolayıp içimize çektiğimiz o güzel kokularına devam; dualarına cevap, korkularına serap...
Umutsuzlara ışık, kaybolmuşlara yol, üşümüşlere sıcak, yılmışlara güç, bıkmışlara yenilik, yaralara pansuman, kaybedenlere zafer, hastalara şifa, iyilere şans...
Aklımıza, ruhumuza, yüreğimize, yaşanan her şeyin o anlık yaşandığı ve geçeceği bilgisi...
İyisiyle kötüsüyle yaşadığımız bu harikalar diyarındaki seyahatimize, koca yürekli bir kabulleniş...
Haksızlıklara, hor görmelere, kalp kırmalara, tehditlere, korkutmalara, şikayetlere, unutmamaya, içi dışı bir olmamaya, karanlıkla dost olanlara veda...
Her gününe...
Bir derdin silinişi, bir insanın içten gülüşü, birinin sevgiyle aşkla dokunuşu, akla gelen delice bir fikir, deli gibi çalışmak isteyeceğin bir şey, yeni öğreneceğin ve aklını temizleyen bir bilgi, bir şeyi itecek başka bir şeyi çekecek güç, açılan kapılar, heyecandan tutulan bir nefes, artık içine fazla gelen bir heves...
Yarınlarımıza şükür, binlerce şükür dilerim.
"
Nil K.